Dünyanın farklı yerlerindeki futbol taraftarlarından her birinin kendine özgü bir hikayesi vardır. Bazı yerlerde kişinin yaşadığı mahallenin ruhunu taşıyan, bazı yerlerde aileden hatıra kalan, bazı yerlerde ise insanların bir araya getireceğine umut olan takımlar tutulur. Oyuncular, birbirleri arasındaki farklılıkları göz ardı edip pas atmaya başladıklarında ‘takım’ olurlar ve bu özellikleriyle geniş kitlelere yayılan taraftar kitleleri üzerinde önemli etkiler yaratırlar.
Bunun en etkileyici örneklerinden biri de Ruanda’dadır. 1900’lü yıllarda Ruanda’da yaşanan ırkçı eylemler neticesinde binlerce insanın katledildiği büyük bir soykırım yaşanmış ve halk arasındaki farklılıklar üzerine kurulan bu ayrılıkçı düşünce derin bir iz bırakmıştır. Ruanda halkının tekrar bir araya geldiği futbol maçının önemini anlamak için öncelikle bu etkiyi yaratan tarihi ve sosyolojik zeminini anlamak gerekmektedir. Bu nedenle yaşanan olayların özellikleri tarihi süreci içerisinde incelenmeli ve önemli kavramların tanımları yapılmalıdır.
Soykırımın Hukuki Niteliği ve Emperyalizm
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme’nin 2. maddesinde soykırım tanımlanmış ve hukuki sınırı çizilmiştir:
“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.
- a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
- b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
- c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
- d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
- e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;”
Ruanda, 1884 yılında gerçekleşen Berlin Konferansı’nda Almanya’nın Doğu Afrika sömürgesi haline gelmiş, ardından Belçika hakimiyetine girdikten sonra yerli halk arasında ayrımcılıklara maruz bırakılmıştır.[i] Bu ayrımcılık, birbirinden tarihi geçmiş veya fiziksel olarak hiçbir ayrım bulunmayan Ruandalılar arasında iki tür klan olduğu fikrine dayanmaktadır: Tutsiler ve Hutular. Böyle bir ayrımcılık yaratmanın arkasındaki amacı ve bu amaca ulaştıran düşünceleri anlayabilmek için öncelikle emperyalizmin araçlarının incelenmesi gerekmektedir.
Emperyalist ülkeler, sömürge devletleri üzerinde hakimiyet kurmak ve bunu devam ettirebilmek için tarih boyunca çeşitli eylemlere girişmişlerdir. Örneğin 17. yüzyılda Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası, Banda adalarının kontrolünü ele geçirdiklerinde küçük hindistancevizi kabuğu ve muskat üzerinde tekel kurma niyetinde iken çok sayıda küçük özerk şehir-devletle karşılaşmışlar ve hiyerarşik bir sosyal veya siyasi yapıya sahip olmayan toplum üzerinde ideallerini gerçekleştirebilmek için kanlı bir çözüm benimsemişlerdir. Banda adalarında tekel kurmaya zorlanabilecek bir merkezi otorite olmadığı için Batavia’nın Hollanda valisi Jan Pieterszoon Coen, alternatif bir plana geçiş yapmış ve Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası’nın yeni başkenti olarak Java adasında Batavia’yı kurmuştur. Daha sonrasında bir filo ile yola çıkarak adalardaki nüfusun neredeyse tamamını (yaklaşık 15 bin insanı) katletmiştir. Tüm liderler halkın kalan kısmı ile birlikte infaz edilmiş ve geriye mahsuller üzerinde çalışmak için yeterli bilgiyi aktarabilecek çok az sayıda insan bırakılmıştır.[ii] Sömürge düzeninin işlemesi için kurulması gerekli sosyal ve idari düzenin ancak bu şekilde gerçekleştirilebileceğine inanılmıştır.
Tutsi ve Hutu Ayrımcılığı
Bu inancın etkisi 20. yüzyılda kırılamamış ve benzeri bir soykırım 1994 yılında Ruanda’da meydana gelmiştir. Burada ise rastgele belirlenen fiziksel özellikler çerçevesinde halkın bir kısmı Tutsi, bir kısmı da Hutu olarak işaretlenmiştir. İnce burun, uzun boy gibi uydurma ölçütler çerçevesinde halk kategorize edilmiş ve iki klan üyelerinin farklı özelliklere sahip olduğu fikri yerleştirilmiştir. Halkın kimliklerine Tutsi veya Hutu olduğunu gösteren eklemeler yapılmıştır.[iii] Farklılıklar üzerine kurulan ayrımcılıktan ise üstünlüğe dayalı bir sınıf sistemi türetilmiştir. Ülke ekonomisinin tarım ve hayvancılık merkezinde döndüğü Ruanda’da, genellikle hayvancılıkla uğraşan ve azınlık olan Tutsi’ler, tarımla uğraşan çoğunluk olan Hutu’lardan üstün addedilmiştir. Belçika, devletin idari yapısının üst mevkilerine Tutsi’leri yerleştirdiğinde ise bu hiyerarşik uçurum derinlik kazanmıştır.[iv]
1962 yılında Ruanda bağımsızlığını ilan ettiğinde yönetime Hutu’lar gelmiş ve bu sefer de Tutsi’lere karşı sert politikaların hayata geçirildiği görülmüştür. Devlet başkanının Anayasa’ya aykırı hareketleri, bir kısım subayların darbe hazırlığı içerisine girmesi ve Brundi’de yaşanan olayların Ruanda’ya etki etmesi gibi birçok nedenin bir araya gelmesi ile yaşanan çatışmalar neticesinde iç savaş başlamıştır. 6 Nisan 1994’te Hutu klanından olan devlet başkanının uçağı başkent Kigali’ye inerken düşürülmüş ve bu olayın birkaç saat sonrasında katliam hazırlıkları başlamıştır. Daha sonrasında halkın birbirini öldürmesi ile sonuçlanan olaylar, Ruanda’nın “100 günde bir milyon kişinin öldürüldüğü ülke” olarak tarihe geçmesine sebep olmuştur.[v]
Gacaca Mahkeme Sistemi
Ruanda’da yaşanan katliam, birçok dış unsurun etkisi ile birlikte ‘halkın kendi kendini yok etmesi’ olarak tarihe geçmiştir. Bu nedenle halkın iyileşmesi ve tekrar ‘halk’ olarak hissedebilmesi için iyileştirici olanı yapması; affetmesi gerekmiştir. 1998 yılında Ruanda’da, kökeni eski dönemlerdeki adalet sistemine dayanan Gacaca mahkeme sistemi kurulmuştur. Başta mahkemelerin iş yükünü hafifletmek için kurulan bu geleneksel adalet yapısı, 2005 yılından sonra soykırımla ilgili davalara da bakmaya başlamıştır.
Gacaca mahkeme sistemine göre yargıçlar olarak köyün en güvenilir yaşlı kişileri görevlendirilmiş ve bu kişiler mahkeme önüne getirilen sorunları dinleyerek çözüm bulmaya çalışmışlardır. Yeni Gacaca sistemi de eski özelliklerini korumuş bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Yine tüm halka açık bir şekilde duruşmalar açık havada görülmüştür. Eskisinden farklı olarak en üst ceza ölüm yerine ömür boyu hapis cezası öngörülmüş ve yargıçlar en güvenilir yaşlı kişiler yerine hukuk eğitimi almış kimselerden oluşmuştur.[vi]
Gacaca mahkemelerinde görülen soykırım davalarında, herhangi bir hukuki işleme geçilmeden önce davanın başında faillerin suçlarını itiraf ettikleri ve gerçeği kabul eden failler karşısında mağdurların onları affettikleri görülmüştür. Bu durum her bir somut olay için geçerli olmamakla birlikte büyük bir kesimin Tutsi-Hutu ayrımını geride bırakarak hayatlarına devam etmek istedikleri kayıtlara geçmiştir. Bu duruma gösterilebilecek en etkileyici örnek ise eski mahkumlar ve soykırımdan kurtulanlar arasında oynanan futbol maçları olmuştur. Futbol, nefreti geride bırakabilecekleri bir platform olarak Ruanda halkının iyileşmesine katkıda bulunmuştur.
Sonuç
1994 yılında yaşanan soykırımdan çok kısa bir süre sonra, 2003’te Afrika Uluslar Kupası’nda (AFCON) oynanan Gana-Ruanda maçında, Ruanda halkı futbol aracılığıyla birlikte bir duruş sergileme fırsatı bulmuştur. Ruanda takımı arasında hem Tutsi hem Hutu olan oyuncular yer almış ve takımın Gana’yı 1-0 mağlup etmesiyle büyük bir sevinç yaşamışlardır. Ayrımcılığın bir kenara atıldığı ve herkesin aynı takımı desteklemekten büyük bir gurur ve sevinç duyduğu bu maç, Ruanda halkı üzerinde bıraktığı etki ile tarihe geçmiştir. Halkın çoğunluğu futbolu bir arada yaşamanın bir kutlaması olarak görmeye günümüzde de devam etmektedir.
Özellikle Liverpool taraftarlarının çok olduğu Ruandalılar arasında aynı takıma ait olma hissi, geçmişin izlerini silmese bile azaltacak etkiye sahip önemli bir etki sağlamaktadır. Ruandalılar, Liverpool ile özdeşleşen “You’ll Never Walk Alone”[vii] şarkısında kendi hikayelerini bularak bundan güç almaktadırlar.
Av. Cemre Belçim GÖLBAŞI
[i] Saylan, Ayşegül, “Soykırıma Giden Bir İç Savaş: Ruanda”, Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 1, 2021, s. 2.
[ii] Acemoğlu Daron ve Robinson James, “Ulusların Düşüşü”, Doğan Kitap, 2013, Ankara, s. 246.
[iii] Saylan, a.g.e., s.6
[iv] Saylan, a.g.e., s.5
[v] Çoban Öztürk, Ebru, “Uzlaşma Süreçleri ve Uluslararası Mahkemenin Sonlandırılması Üzerine Bir Değerlendirme”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 12, Sayı 48, s. 37-53.
[vi] Çoban Öztürk, a.g.e.,12
[vii] Türkçesi: “Asla Yalnız Yürümeyeceksin”. Rodgers and Hammerstein müzikalinden bir parçadır ve Liverpool futbol kulübünün taraftarlarının benimsemesi ile takımın marşına dönüşmüştür.